Prof. Dr. Ali Özden Anısına 2020

PDF formatında oku

 07 12 01 07 12 02 

Prof.Dr. Ali Özden’in 2014 yılında Güncel Gastroenteroloji dergisinde yayınlanan “Evrimde Devrimde Değişimin, Gelişmenin Yoludur” başlıklı makalesinin ikinci kısmıdır;

            Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde devlete ait olup 4 yıllık eğitim veren 629 üniversiter kurum vardır. Bu kurumlarda 6.837.605 üniversite öğrencisi eğitim görmektedir. 4 yıllık eğitim veren 1.845 özel üniversiter kurumda ise 4.161.815 öğrenciye eğitim verilmektedir. Bu özel üniversiteler genellikle vakıflara aittir. ABD’de 4 yıllık eğitim veren toplam 2.474 üniversiter kurum vardır (2013). Bu sayı hızla artmaktadır. Liseden sonra iki yıllık eğitim (ön lisans) veren devlet okulu 1.070 olup 6.184.229 öğrenci okurken, özel 596 okulda ise 303.826 öğrenci öğrenim görmektedir. Amerika Birleşik Devletleri’nde 2013 itibariyle üniversite ve yüksekokullarda yaklaşık 17.487.475 öğrenci bulunmaktadır. Yükseköğrenimin ne denli önemli bir sektör olduğu görülmektedir. Bu sistemi ayakta tutmak için de hükümet elinden geleni yapmakta ve desteklemektedir. Amerika’nın eğitim konusunda nedenli başarılı olduğunu tüm dünya takdir etmektedir. Bu nedenle de insanlar özellikle üniversite eğitimini orada yapmak istemektedir. Bunun dışında araştırma yapmak isteyen ya da doktora, master yapmak isteyenler de Amerika’yı tercih etmektedirler.

            Amerika’da eğitim görme arzusu ve tercihi tüm dünyada gün geçtikçe artmaktadır. 2012-2013 itibariyle Amerika’daki yabancı öğrenci sayısı 819.644’dür. Türkiye, Amerika’ya öğrenci gönderen ülkeler arasında 11.278 öğrenci ile 10. sırada yer almaktadır (buna karşın Avrupa’da birinci sıradayız). Bizim öğrencilerimizin %29,3’ü lisans eğitimi alırken %52,8’i (5.954) üst lisans, araştırma vs. yapmaktadır. Kalanları ise uygulamalı çalışma eğitimi vs. almaktadır. Ülkemizde hem orta eğitimde hem de yüksek eğitimde sorun olduğu açıkça belli iken batı standartlarını yakalamak için hiçbir çaba gösterilmemektedir.

 2011-2012 USA’daki Yabancı Öğrenci Sayısı (764.495)
 Ülke Sayı   %
 Çin  194.029  25,4
 Hindistan  100.270  13,1
 Güney Kore  72.295  9,5
 Suudi Arabistan  34.139  4,5
 Kanada  26.821  3,5
 Tayvan  23.250  3,0
 Japonya  19.966  2,6
 Meksika  13.893  1,8
 Türkiye  11.973  1,6
 Diğer ülkeler  252.287  33,0

            Tüm zamanlarda ülkemizin en önemli sorunu eğitim olmuştur. Bu sorun giderek kötüleşmiş şekilde devam etmektedir. Eğitimde belirleyici bilim olmadığından, eğitim yaşama dönük olmadığından, eğitim, çağcıl dinamik bir yapıya sahip olmadığından dünyada yapılan değerlendirmelerde hep en sonda yer almaktayız. Eğitimde bir türlü akılcı bir sistem kuramadığımızdan işler baştan savma bir tarzda gitmektedir. Bu nedenle insanımız, en kıymetlisi olan zamanını eğitim sürecinde boşa harcamaktadır. 2012-2013 verilerine göre ülkemizde 100’ü devlete, 67’si vakıflara (7’si Meslek Yüksek Okulu) ait üniversite vardır. Bunların dışında askeri-polis akademileri vs. mevcuttur. Sonuç olarak 177 üniversite ve yüksekokul vardır. Bu yapılanmalarda 1.063 fakülte, 245 yüksekokul, 777 meslek yüksekokulu vardır. Türkiye’deki yüksek öğrenimden bazı veriler;

  • 4 yıllık lisans eğitimi (Açık öğretim görenler

  dâhil) gören                3.148.860 öğrenci

- Açık öğretim hariç      1.641.933

- Açık öğretim alan       1.506.887 öğrenci 4 yıllık

  eğitim görmektdir.

  • Lisans+Önlisans; 4.676.566 öğrenci (%33’ü

  4 yıllık tam eğitim almaktadır).

  • Liseden sonra eğitim gören toplam öğrenci

   sayısı                       4.975.690

- 1.641.933 4 yıllık tam gün eğitim

- 1.506.887 4 yıllık açık öğretim

- 1.527.706 Ön lisans (2 yıl)

- 20.183 Tıpta uzmanlık vs.

- 218.630 Üst lisans (Doktora, master vs.)

  • Açık öğretim (Lisans+Önlisans) 2.256.852
  • Kapalı öğretim (Lisans+Önlisans) 2.718.838

            Rakamsal veriler değerlendirilecek olursa yanlışın fiziksel alt yapıdan, insan gücünün yeterince donanımlı olmamasından, bilimsel değerlendirme temelli bir sistemin kurulamamasından kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Özgürlüğün olmadığı, araştırma koşullarının, yaşam koşullarının ve ekonomik imkânların da uygun olmadığı bir ortamda çağdaş bir üniversite yaratılamaz. Ayrıca üniversiteyi canlı bir sistem olarak ele almak gerekir, çevre koşullarının da üniversiteye uygun olması gerekir. Amerika Birleşik Devletleri’nde vakıf üniversitelerinin bilimin öncü gücü olduğu açıkça görülmektedir. Devletin gönüllü kuruluşlara desteği, yarattığı kolaylıklar en üst düzeydedir. Çünkü “her şey Amerika için, her şey bilim için”. Batı toplumlarında gönüllü kuruluşlar toplumun sigortası durumundadır. Her şey onların gözetimindedir. Gönüllü kuruluşlar toplumda görülen bir yanlışta, adaletsizlikte, haksızlıkta, insanlık dışı bir durum karşısında insan haklarının ihlali durumunda duyarlılıkları nedenliyle süratle yanıt verirler. Bu kuruluşlar hem uyanıktır hem de duyarlıdır. Gönüllü kuruluşlar üst düzeyde donanımlı insanlardan oluşan bir güce sahiptir. Bu nedenle gönüllü kuruluşlar batı dünyasında demokratikleşmenin, kalkınmanın, çağdaşlığın, bilgili olmanın dinamosu olmuşlardır. Bizde gönüllü kuruluş kültürü gelişmediğinden Osmanlı’da görülen olumsuzluklar Cumhuriyet döneminde de süregitmektedir.

            Gönüllü kuruluşlar başka bir ifadeyle sivil toplum kuruluşları, gönüllü çalışmak isteyen insanların yaşama geçirdiği kuruluşlardır. Bu kuruluşlar para kazanma amaçlı olmadığı gibi gönüllülerine de çıkar sağlayan kuruluşlar değildir. Bu kuruluşlar amaçları doğrultusunda projeler yaparlar ve bu projeleri üyelerinin desteği ile gerçekleştirmeye çalışırlar. Sivil toplum örgütleri ülkemizde dernek, vakıf, oda, sendika vs. adı altında faaliyet göstermektedirler. Ülkemizde 90.000’e yakın dernek vardır. Bu derneklerin yaklaşık 8 milyon üyesi olup bu üyelerden yaklaşık 1,4 milyonu kadın iken, 6,6 milyonu erkektir. Derneklerimizin yaşadığı başarısızlıkların nereden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Kadınların meydanı erkeklere bırakmayarak aydınlığın yolunu açmaları gerekir. Türkiye’de yaklaşık 800 kişiye bir dernek düşerken Avrupa’da (Almanya, Fransa) 40 kişiye bir dernek düşmektedir. Amerika’da 1.200.000 (bir milyon iki yüz bin), Fransa’da 1.470.000 (Bir milyon dört yüz yetmiş), Almanya’da 2.100.000 (iki milyon yüz bin) dernek vardır.

            Çıkar sağlamayan (“Non-profit”) organizasyonlar Batı dünyasında yaşamın en önemli parçasıdır.       Bu nedenle çocukluk çağında başlayan bir gönüllü olma kültürü oluşmuştur. Bizde derneklerin çoğu cami yaptırma ya da dini çevrelerin yardım toplama dernekleridir. Bazı toplum kesimlerinin dini kullanarak oluşturdukları gönüllü kuruluşları kullanarak siyasette veya bürokraside bir yere gelmeye çalışmakta olduğu görülmektedir. Yaşanan bu etik dışı yaklaşım gönüllü kuruluşların toplum vicdanında olumsuz bir yer almasına yol açmıştır. Maalesef bilimsel amaçlı dernek ve vakıfların sayısının az olmasının nedeni bilimden yana tavır koyamamaktan kaynaklanmaktadır. Ülkemizde 5.000’e yakın vakıf vardır. Bunları 554’ü kamu vakfıdır. Vergi muafiyeti olan vakıf sayısı ise 255’dir. Bizdeki mal varlığı zengin olan güçlü vakıflar genellikle devlete yakın olanların yönetimindeki vakıflardır. Ayrıca oldukça güçlü aile vakıfları da vardır. Özel sektör vakıfları ise çoğunlukla özel sektörün arka bahçesinde olan ve özel sektörce desteklenen vakıflardır. Özel vakıfların da özgür ve bağımsız hale getirilmesi gerekir. Son yıllarda devlete yakın vakıflar kurarak devletin gücünden yararlanmak isteyen çağdışı grupların ortaya çıktığı görülmektedir. Dinci vakıflar ise güçleriyle devlet içinde devlet olmuşlar, hatta devletin şeklini şemalini değiştirecek güce ulaşmışlardır. Devlet kurumlarının vakıf kurması yanlıştır. Devlet işine baksın, gönüllüler de gönüllü kuruluşa gitsin. Devlet bilim yolunda olan vakıfların kurulmasına ve gelişmesine katkıda bulunmalıdır. Devletin imkânları yanlış yerlere yönlendirilmemelidir. Özellikle devlet-dini vakıflar ilişkisi ve yaşanan olumsuzluklar halkın dini çevrelerden soğumasına neden olmaktadır. Bu ülkede din bireyin özelinde özgürce yaşanmalıdır. Dayatmalarla ve zorlamalarla din yaşanmaz. Dinimizi küçük düşürücü hareketlerin kaynağı olan o kesimler dikkatli olmalıdır. Devlet kendi kurumları yanı sıra vatandaşlarını da korumalıdır. Din de, siyaset de dernek ve vakıflara el atmıştır. Gönüllü kuruluş felsefesini bir türlü anlayıp kavrayamadıkları için iyi niyetli insanları sömürüp, kullanıyorlar. Araştırma, geliştirme ve eğitim amaçlı vakıf ve dernekler azdır çünkü söz konusu çağcıl amaçlar için kurulmuş gönüllü kuruluşlar hala sakıncalı görülmektedir. Diğer taraftan devlet ve özel sektöre yakın insanlar son zamanlarda baskı grupları oluşturarak elde ettikleri maddi imkânlarla din eğitimi ve yardım amaçlı vakıflar kurarak siyasetçilerin kullanımına sunmaktadırlar. Böylece bu oluşumlar siyaseti yönlendirme merkezleri haline gelmektedir.

            Amerika Birleşik Devletleri’nde olan gönüllü kuruluşların kuruluş amaç ve çalışma sistemi öğrenilirse ülkemizde de gönüllü kuruluş konusunda bir yeni anlayış ve yeniden varoluş yaşanabilir. Amerika okur, yazar, düşünen, duyarlı, özgür, iyi eğitilmiş insanların yarattığı bir ülkedir. Amerika özgürce yaşamak ve inançlarını istediği gibi yaşamak isteyen Protestanların yarattığı bir ülkedir. Bir toplumu yaratan da, ayakta tutan da bilime tutkulu aydınlanmacı insanlardır. Bu nedenle hepimiz kendimize bakıp kendimize çekidüzen vermeliyiz.

  • Amerika’daki vakıfların çoğu bilginin arttırılmasını ve yayılmasını amaçlar. Amerika’da bilgi paylaşılır, saklanmaz. Bazı ülkelerde ise bilgiden korkulur bu nedenle bilgi saklanır. Bilgilenmeyen toplumlar çağdışı kalmaya mahkûmdur.
  • Amerikan vakıfları; ihtiyaç sahibi insanların kilise ve benzeri dini kurumlara esir kalmaması için yardım amaçlıdır.
  • Amerika’daki vakıfların çoğu bizim vakıfların aksine; araştırma, eğitim, sağlık, çevrecilik vs. konularında bir şeyler ortaya koymayı amaçlamışlardır. Amerika’daki vakıflar amaçlarına göre şöyle sınıflandırılabilir;
  1. Araştırma vakıfları (General Research Foundations)
  2. Özel gayeli vakıflar (Special Purpose Foundations)
  3. Aile vakıfları (Family or Personal Foundations)
  4. Yöresel nitelikli vakıflar (Public Foundation-Community Trusts)
  5. Devlet vakıfları (Govermental Foundations-bilim-araştırma vakıfları)
  6. Şirket vakıfları (Corporation Foundations)

            Amerika Birleşik Devletlerinde 1960’lı yıllarda 6-10 bin vakıf varken bugün yüzbinlere ulaşmış ve her geçen gün de hızla artmaktadır. Amerika’yı Amerika yapan beyin gücüdür. Bu gücü yaratan üniversiteler ve vakıflardır. Bu beyin fabrikaları (“Brain Factory”) olmasa (Harvard ve diğer üniversiteler) Amerika’da ne demokrasi, ne özgürlük, ne de bilim olur. Biz üniversitelimizin dini, siyasi güçlerin ilgi alanı haline gelmesine izin vermemeliyiz. Tüm toplumumuz, yani 75 (2014 yılı) milyon yanlışa doğru dese yanlış doğru olmaz. Yanlış yanlıştır, kendimizi aldatarak bir yere varmamız mümkün değildir. Amerika Birleşik Devletleri’nde 2012 verilerine göre 948.769 kamu yararına dernek, 96.655 özel vakıf (Private Foundations), 364.006 muhtelif gönüllü kuruluş (Public Foundation vs.) bulunmaktadır. Böylece toplam 1.409.430 “Non-Profit Organization” vardır. Amerika’da toplumun %25’i bu “Non-Profit” organizasyonlarda faaliyet göstermektedir. Bu bize Amerika’da gönüllü kuruluşlarda çalışmanın yaşamın bir parçası olduğunu göstermektedir. 2008 tarihli bir veri Amerika’da vakıf olayının inanılmaz bir hızla geliştiğini açıkça ortaya koymaktadır. Amerika’daki özel vakıf sayısı 115.340 olarak bildirilmiştir. Bunun 110.099’u “Grant making foundation”dir. Yani kaynak yaratarak çeşitli projeleri desteklemektedir.  5.241’i ise “Operating foundation” dir. Bunlar vakfın amaçları doğrultusunda proje yaparak gerçekleştirirler. Bazı vakıflar ise hem projelere destek verirler hem de kendileri proje yaparak gerçekleştirirler. 2011 “Aggregate Fiscal Data of Foundation in US” verilerine göre ise Amerika’daki vakıflar;

“Independent” tip 73.764
“Operating” tip 4.574
“Corporate” tip 2.689
“Community,Public” tip 750

olmak üzere toplam 81.777 olarak bildirilmiştir…

Bu veriler bize araştırma, eğitim, çevre, demokrasi, sanat, müzik vs. konularında vakıfların bizim ülkemizde de açılmasının şart olduğunu ortaya koymaktadır. Ama olmazsa olmazlarımız; toplumu aydınlatacak, araştırma, eğitim, medya alanlarında vakıflar kurmalıyız.

Şimdi gelelim bizim vakıf deneyimimize;

İyi niyetlerle yola çıktık ama nihayet yolda kaldık. Bu nedenle yapabildiklerimizi ve yapamadıklarımızı size aktarmayı bir görev biliyorum. Dünyanın en zor işlerinden biri de bizim gibi ülkelerde bir gönüllü kuruluşu kurmak ve ayakta tutmaktır. Lafla, dedikodu ile hiçbir şey yaşama geçmiyor. Şayet kolay olsaydı bu ülkede birçok vakıf ve dernek kapanmazdı, ülke de bu hale düşmezdi. Çünkü bizde devlet destek olmuyor, yıkıcılar da devreye girince vakıflar da kapılarını kapatıyor. Açık olanların çoğu da zaten dini eğitim ve cami vs. yaptırmak için kurulmuştur. Vakıfların başarılı olması için vakıf çalışanlarının profesyonel, dürüst, hümanist, sosyal görüşlü, ülkesini seven insanlar olması gerekir. Vakıf kurmak bizim gibi sürekli devrimden (gelişmeden, yeniliklerden ve aydınlanmadan) yana olanlar için çok mu çok zor bir iş, kurduktan sonra ayakta tutmak ise daha da zor bir iştir. Biz bu işlere bizim çektiklerimizi yeni kuşaklar çekmesin, üzülmesinler diye girdik. Ama olmuyor, genç kuşak öncelikle kendini düşünmek durumunda, çünkü hekimlerin çalışma koşulları ve ekonomik durumları kötüleşirken saygınlıkları da gittikçe azalmaktadır. Bu nedenle onlar her şeyin kendileri için imkanlı, toplum için olanların da imkansız olduğunu düşündüklerinden gönüllü işlerden uzak durmayı ya da raylar döşendikten sonra trene binmeyi daha uygun görmektedirler. Sonuçta gönüllü işleri kendileri yapmayınca ya da yapamayınca, yapanlara ve yapılanlara ya muhalif oluyorlar, ya da görmezden geliyorlar…

            Bizi vakıf kurmaya 1990’lı yılların başlarındaki sıkıntılar zorlamıştır. Biz dernek işlerine girdiğimiz zaman yapılacak iş çok, imkânlar ise hiç yoktu. Derneğin eli kolu da yasalar nedeniyle bağlandığı için hareket kabiliyeti yoktu. Aylarca süren bir çalışmadan sonra Türk Gastroenteroloji Vakfı hayata geçirildi (1996). Amacımız öncelikle Ulusal Gastroenteroloji Kongrelerini organize ederek katılımcı sayısını arttırmak ve kongrenin bilimsel seviyesini yükseltmekti. Kurulacak vakıf şirketinin de derneğin dergisi “Turkish Journal of Gastroenterology”nin (TJG) muntazam olarak çıkarılma işini üstlenmesi düşünüldü. Kongre katılım ücretleri, stant ücretleri, konaklama ücretleri düşük tutularak hem ilaç sektörüne destek olundu hem de amaçlanan hedeflere ulaşıldı. Katılımcı sayısı 1600’lere kadar çıktı. Bizim kongre düzenlemekteki yaklaşımımız ülkede bir devrim yarattı, tıp alanında çalışan tüm dernekler bizi örnek aldı. TJG’nin de Index-Medicus’a üye olması konusunda TGV elinden geleni yapmış, o dönemdeki zorlukları PTT’den özel hat kiralayarak ve kendi “server” sistemini kurarak aşmış ve dergiyi internete taşımıştır. Bu işler lafla, havanda su dövmekle yapılacak işler olsaydı biz zaten bu işe girişmezdik. İnternet ortamında yayınlanan bir derginin Pub-Med ve Science-Citation Index’e girmesi o zaman işleri daha da kolaylaştırıyordu.

            Devletin desteği olmadan devletin bile yapamadığı işleri yapmak çok zor. Ülkemizde sırtını veya elini devlete ya da özel sektöre dayamış vakıfların hareket kabiliyeti daha yüksektir. Biz ise her şeyi tırnaklarımızla, alın teri, göz nuru, kalem gücüyle, beyin gücüyle yapmak zorundayız. O dönemde (1995-97) Türk Gastroenteroloji Derneği başkanı olduğum için vâkfın kurulma ve çalıştırılması işini başka arkadaşların yapmasının daha uygun olduğunu düşünerek ekteki mektubu (alttaki resim) o zamanki tüm üyelerimize gönderdik. Vakıf çalışmaları için Burhan Kayhan, Kadir Bahar, Sedat Boyacıoğlu, Selahattin Ünal görevlendirildi ve bu mektupla duyuruldu. Aylar geçtiği halde her hangi bir hareket izlenmediği için harekete geçtik. Kaynak yaratarak ayrıca üyelerimizin de desteği ile gerekli tüm işlem ve sorumluluklar yerine getirilerek çalışmalar başarı ile tamamlandı. Türk Gastroenteroloji Vakfı (TGV) 11.04.1996 gün ve E:1996/20 K:1996/218 sayılı mahkeme kararı ile tescil edildi ve 2 Mayıs 1996’da da Resmi Gazetede ilan edildi. 3.7.1996 günü geçici yönetimin yerine yeni yönetim kurulu seçimi yapıldı; Burhan Şahin (Başkan), Selahattin Ünal (İkinci Başkan), Bülent Sivri (G. Sekreter), Kadir Bahar (Sayman, Ali Özden (Üye). Yönetimdeki arkadaşlardan bir hareket çıkmayınca, yaprak ta kımıldamayınca “Ne oluyor?” dedim, bir arkadaş istifa etti. Durumdan vazife çıkararak arkadaşların da desteği ile alacakaranlıkta yola çıktık. O dönemde iş benim üstüme yıkılsa da, ihale edilse de arkadaşlar tam desteklerini vermişlerdir.           

            Ama benim tükenmeyen hayallerim onları korkuttu. Bana “ne beklentin var” diye soranlar da oldu, ben de “devrimcinin tek beklentisi vardır, o da insanlığın hayallerinin gerçek olmasıdır” diye cevapladım. Gönüllü kuruluşlar para kazanma amaçlı örgütler değildir. Kaynak elde etmek İçin ne ilaç firmalarını, ne şirketleri ne devleti, ne belediyeleri, ne de müteahhitleri tehdit eden ya da onlara baskı yapan kuruluşlar asla değildir.

            Türkiye’deki gönüllü kuruluşların kaynak yaratmak için uyguladıkları yöntemler gerçekten etik dışıdır. Hekim-ilaç firması, dernek-vakıf-ilaç firması ilişkileri gerçekten felakettir. Biz yıllardır bu alanda etik nasıl çalışılır onu öğretmeye çalışıyoruz. Biz zaten TGV’yi üç önemli hizmet için kurmuştuk;

  1. Ulusal Gastroenteroloji Kongresini etik bir şekilde yapmak. Katılımcıya tüm olanakların sunulması ve ilaç firmalarına her türlü kolaylığın gösterilmesi.
  2. Katılımcı sayısını arttırmak.
  3. TJG dergisini Pub-Med, Science Citation Index’e taşımak. 

Biz bu üç amacımızı da gerçekleştirdik. TGV 17 yıl TJG’yi sırtında taşıdı. Bazıları haklı olarak dernek gitti, TJG gitti, TGV’yi artık kapatma zamanı geldi diyorlar. Bu yaklaşım bilime ters düşer.  Gerçekten korkarak, kaçarak bir yere varılamaz. TGV devletin, özel sektörün, başka gönüllü kuruluşların gerçekleştiremediği projeleri gerçekleştirmiştir. Bundan sonra da TGV yeni projeler yapıp bu ülkeye hizmete devam edebilir. Yeni yönetim ve onu izleyen yönetimler kış uykusuna yatarlarsa veya uyutulurlarsa TGV kapanır. Yaptıklarımızın kaynağı bizim inanç ve düşün sistemimizdir. Bizim şimdiye kadar gerçekleştirdiğimiz bazı projeler şunlardır;

1. Genç gastroenterologların bilgi-görgü-becerisini arttırmak ve araştırma yapmalarına fırsat yaratmak için yurt dışı burslar vermek: 18 kişiye ABD bursu, 8 kişiye Avrupa bursu, 6 kişiye Güney Kore bursu, 3 kişiye Japonya bursu verildi.

2. Türkçe konuşan ülkelerden ülkemize gastroenteroloji eğitimi için gelenlerden 8’ine burs verildi. Ayrıca tıp fakültesi öğrencilerine de burs verilmiştir.

3. TGV, TJG’yi 17 yıl sırtında taşıdı. TJG’nin Science Citation Index’e girebilmesi için yapılan ön çalışmalar için milyonlarca lira harcadı. Derginin yayın hayatında kalması için kurulan alt yapıyı yıkmak için, Türk Gastroenteroloji Derneği kararlı olduğundan, dernek dergiyi TGV’den alarak özel bir şirkete vermiştir. Onların amacı TJG’yi yaratan TGV’yi yok etmektir. Bunu açıkça ifade etmekten çekinmemektedirler. Onlar da kendilerini zamanla daha iyi tanıyacaklardır. Dünyanın en zor işi yoktan yaratmaktır, yıkmak ise en kolay işidir. Bazısı işin kolayını, bazıları da zorunu sever. Bir zamanlar TJG’yi yok etmeye çalışanların şimdi sahiplenmeye çalışmaları çok güzel, TJG artık tehdit altında değildir.

4. TJG, Güncel Gastroenteroloji, Endoskopi, Akademik Gastroenteroloji dergilerini Türkiye’deki tüm tıp fakültesi kütüphanelerine, hekimlere ücretsiz olarak ulaştırdık. Devletin bugüne dek bu konuda 5 kuruş desteği olmamıştır. Bizim amacımız bilimin gelişmesi, bilginin paylaşılması, yayılması olduğundan çabalarımıza destek olunmamıştır.

5. TGV’nin yaptığı kongre ve toplantılarda tek amacı; katılımı ve bilimsel düzeyi en yüksek seviyeye çıkarmak olmuştur.

6. Türkiye’de probiyotik kavramı gündeme getirilerek, konunun hekimlerimiz tarafından kavranması için sayısız toplantı yapılmıştır. Konuyla ilgili olarak TGV iki kitap yayınlayarak konunun gündemde kalmasını sağlamıştır.

 “İhanetle devam edersen bugün dünden, yarın da bugünden daha kötü olacaktır. Dünün kiniyle, nefretiyle, bilgileriyle bugünü yönetemezsiniz, bugünü dünün tecrübeleri ve bugünün bilgileriyle yönetebilirsiniz. Bilgi olmadan yönetim, bilim olmadan gelişme, aydınlanma olmaz.”  Ali Özden

  

07 12 03 

Duyuru İçeriğinin özeti;                           

-TGD amaçladığı bütün faaliyetleri gerçekleştirmek için yeterli imkana kavuşmak amacı ile ikinci bir STK (Türk Gastroenteroloji Vakfı) oluşturma ihtiyacındadır.

-Vakfın kuruluşunda Burhan Kayhan, Kadir Bahar, Sedat Boyacıoğlu, Selahattin Ünal ve Çağlar Baysal görev almıştır.

-*Vakıf bütün gastroenteroloji uzmanlarının üyeliğine açıktır. Üyelik ücreti 10.000TL (Nisan 1996; 135 USD) olup 3 taksitte ödenebilir.

-Bu vakıf TGD için bir kardeş kuruluştur ve özellikle TGD faaliyetleri için gelir sağlamak amacını taşımaktadır.

*TGV kurulduğunda toplam 10milyon TL (1.350 USD) maddi varlığa sahip idi(1996).

 

7. Tam 25 yıldır Helicobacter pylori (Hp) konusunda yaptığımız araştırma sonuçlarını özellikle birinci basamakta çalışan hekimlerimizle ülke genelinde paylaştık. Konuyla ilgili olarak sayısız makale ve kitap yazarak hekimlerin ilgilerini mide hastalıkları üzerine çekmeye çalıştık. Birinci basamakta çalışan hekimlerimizin ayağına giderek güncel bilgileri paylaşmak için bilimsel toplantılar düzenledik. On binlerce hekimimiz güncel bilgilerle donanımlı hale gelerek edindiği bilgilerini mide hastalıkları tedavisinde kullandılar. Dünkü doğruların bugün yanlış olduğunu, bugünkü doğrunun da ne olduğunu kavrayan hekimlerimiz özellikle Hp eradikasyonunda başarılı olmanın yollarını da öğrendiler. Biz Hp konusunda yaptığımız çalışmaları Avustralya’lı Profesör Terr Bolin’e Türkiye’yi ziyareti esnasında (1995) anlattığımız zaman, sizin yaptığınızı Avustralya hükümeti yapamadı dedi.

8. Anadolu’nun ve Trakya’nın her yerinde birinci basamakta çalışan hekimlerimizin bilgilenmesi için yaptığımız bilimsel toplantılar 1996 yılından beri devam etmektedir. Onları ayağımıza çağırmak yerine biz onların ayağına giderek dünyada benzeri olmayan bir projeyi yaşama geçirmenin keyfi ve kıvancı ile ve başarıyla halen sürdürmekteyiz. Bu proje sayesinde hekimlerimiz Dispepsi olgularında Hp eradikasyonu ya pmaları gerektiğini öğrenerek gereğini yapmışlardır. Böylece bu olgularda peptik ülser, MALToma, mide Ca görülme riskini asgariye indirmişlerdir. Güncel Gastroenteroloji toplantıları adı altında gerçekleştirdiğimiz bu toplantıları artık “Gezgin Akademi-Güncel Gastroenteroloji Toplantıları” adıyla yapmaktayız. Bu çabalarla ülkemizde mide hastalıkları önlenebilir ve tedavi edilebilir hale geldi. Bu konudaki farklı yaklaşımların da gündemden düşmesi için ömrümüzü tükettik.

9. TGV’nin en önemli amaçlarından biri de Türk dilinin bilim dili olması için yapılan çalışmaları desteklemektir. Bu nedenle yayımladığı dergilerin yanı sıra tıp kitapları da yayınlanmaktadır. TGV yayınlarını, Türkçe konuşan ülkelere de göndermektedir.

10. Türkçe konuşan ülkelerde tıbbi toplantıları düzenlemenin yanı sıra o ülkelerden eğitim için Türkiye’ye gelen genç hekimlere maddi destek verilmiştir.

11. Türkiye’deki gastroenterologları Türki Cumhuriyetlere götürerek o ülkeleri görmelerine ve o ülkelerle işbirliği yapabilmeleri için mevcut koşulları değerlendirmelerine fırsat yarattık. Türki Cumhuriyetlerdeki bilim adamlarını ülkemize çağırarak bilimsel kongrelere katılımlarını sağladık.

12. Devlete vergi veriyoruz, birçok çalışanımız var, onlara ekmek sağlıyoruz.

13. Bizim yaptıklarımızı izleyerek bir şeyler yapmaya çalışanlara örnek oluyoruz.

Hangi işleri gerçekleştiremedik, neleri yapamadık;

Biz yaptıklarımızla olduğu kadar yapamadıklarımızla da bize karşı tavırlı insanlar yarattık. Ben sürekli devrim ve değişimden yanayım. Bilimde her gün devrim yaşandığı için bayılıyorum. Gelecekte var olmanın yolu bilimden geçmektedir. Gelecekte aşağılanmak istemi yorsan, insan muamelesi görmek istiyorsan bilime inanacaksın ve sürekli gelişimden, devrimden yana olacaksın. Ortaçağ bilgileri ile bugünü algılamak, bugünün sorunlarını çözmek mümkün değildir. Eskiden okuma-yazma bilen çok az olduğundan okuma-yazma bilmeyenlere cahil denirdi. Bu bugün için doğru değildir. Cahil; doğayı anlamakta, algılamakta sıkıntısı olan, dünyamızda olup bitenlerin farkında olmayan, duyarsızlaşmış, aymaz kişidir. Bu cahiller yani çağımızın cahilleri üniversite mezunlarından ve akademisyenlerden çıkmaktadır. Bunlar toplumu uyutan, yalanı doğru gibi algılatan cahillerdir. Siyasetçilerin ve din tacirlerinin üniversitelerde cirit attığı bir ülkede elbette ki bilimin başına her türlü felaket gelir.

            Biz yaptığımız tüm çalışmalarda bilimden yana olduğumuzu ortaya koymayı bir görev bildik. Çünkü çağımızın ürettiği bilgilerden habersiz olanlar ya da anlamakta sıkıntısı olanlar bu çağın sorunlarını ortaçağ bilgileriyle çözmeye çalışmaktadırlar. Bu çağın bilgileriyle donanımlı hale gelmemiş insanlar elbetteki cahil değil kara cahildir. Bunlar üniversitelerde ve görsel medyada gün geçtikçe bakteri gibi çoğalmaktadırlar. Medyada millete akıl vermeye soyunan insanların bilimsel değerlendirmeden geçirilmesi gerekir. Yoksa hısım, akraba, dost, komşu canlı medyada akıl hocalığına soyunacaktır. Bilimden teknolojiden habersiz insanların TV’de toplumu yanlış yönlendirdiği açıktır ve bu suçtur. Bilim ürettiği bilgi ile teknolojiyi uçururken teknoloji de bilimin gelişimini uyarmaktadır.

            Bu ülkede büyük bir devlet adamımız şöyle dedi; “Müslüman ülkelerde mucit çıkmaz, biz ara eleman yetiştirmeye gayret etmeliyiz” doğru söyledi çünkü özgürleşmemiş ülkelerde eğitim eğitime, okul okula, üniversite üniversiteye benzemez. Özgür olmayan insanlar ülkesi bilime vatan olamaz. Özgürlük yoksa bilim de yoktur. Özgürleşmenin yolu bilimden geçer. Bu nedenle bilimden yana tavır koyanlar tarihi yürüyüşe hazır olmalıdırlar. Bu ülke yaklaşık 70 yıldır karanlık bir dönem yaşamaktadır. Bilimin aydınlığı değil doğmaların karanlığı tercih edilmiştir. Biz neler gördük neler; memur demokrasisi, muhtar demokrasisi, kabzımal demokrasisi, imam demokrasisi, müteahhit demokrasisi, para-pul demokrasisi, çal-çırp demokrasisi, sonra da yıkıcılar, yok ediciler demokrasisi, bunların hepsi bilim karşıtı demokrasilerdir. Her gün demokrasinin bilimin şemsiyesi altında gelişeceğini düşündük.           

            Bu ülkeyi ayakta tutmaya çalışanlar, bir avuç bilimden yana tavırlı insandır. Bu gemiyi onlar yüzdürmektedir. Yoksa lafla hiçbir şey yapılamaz. Bilimden yana olan bu insanlar olmazsa gemi gün ağarmadan batar. Hak yok, ödev yok, adalet yok, millet uykuda, demokrasi de yok. Ne acıdır ki okumuşlar uyuklayarak seyrediyorlar. Onlar kendilerini düşünüyorlar, yaratmanın peşinde değiller, hazıra konmanın, yandaş olmanın peşindeler. Dün hekimlerin ve üniversitelerin saygınlığı ayaklar altına alınmıştı, şimdi de ülkenin saygınlığı ayaklar altında. Artık yeter seyretmeyin bu ülkeye son hizmet şansını yitirmek istemiyorsanız aynaya bakın kendinizle tanış olun.

Yapamadıklarımız;

1. Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de uluslararası standartlara sahip araştırma merkezleri kurmayı amaçlıyorduk. Bilim gözlemle, deneyle bilgi üretebilir. Bilimde ileri gitmiş ülkeler temel bilimlerde hızla ilerlerken biz olup biteni anlamakta sıkıntı çekiyoruz. Çünkü anlamıyoruz, bu nedenle de önemsiz ve küçük görüyoruz. Bilimden korkuyoruz, inanç sistemimizi rahatsız eder diye. Maalesef bunu gerçekleştiremedik nedenini hepiniz biliyorsunuz, “o araştırma yapamıyorsa kimse yapmayacaktır anlayışı”. Gelecek kuşakların bir gün bu merkezleri açacağına olan inancım tamdır.

2. Türkçe konuşan ülkeler topluluğunu bilim şemsiyesi altında toplayıp müşterek projeler gerçekleştirmek, yaptığımız her projede onların da yer almasını sağlamak. Yani dilde birlik, işte birlik, düşüncede birlik hedefimiz. Bu konuda da başarısız olduk, nedeni de “Non-Profit” organizasyon kavramının ne olduğunu algılayamayan yaklaşımlar.

3. Bu büyük bir hayaldi ama gerçekleşmesi o kadar da zor değildi. Birkaç kişiye açıldım önce, akılları durdu bir daha da çalışmadı.

            Bu ülkede yüzlerce üniversite kuruyorsun, işler çağcıl yürüyeceğine çağ dışı yürüyor yani devletine doğru dürüst bürokrat bile yetiştiremiyorlar. Halk zaten okumuşu, çağdaşlaşmışı dışlıyor. Ne diye mi? İnançsız diye. Çünkü halk çok inançlı, kendini kandırınca başkasını da kandıracaklarını sanıyorlar. Üniversite toplumla, şehirle kader birliği yaparsa yüceliyor, yoksa üniversite olmaktan çıkıyor. Üniversitenin yapılması bilimseldir, çağcıldır. Buna halk ve şehir ayak uydurmak durumundadır. Yoksa orada bilim yapılamaz. Halk özgürlükten yana değilse, şehir özgürlüğü tolere edemiyorsa orada üniversite nasıl özgür olabilir? Özgür olmayan üniversite de üniversite olmaz. Bu nedenle üniversitelerimize pusula görevi yapabilecek, yurt dışındaki üniversiter yapıların kurulmasını gündeme taşımayı hayal ettik. Boston, New York, San Fransisco, Londra, Cambrige, Liverpool, Paris, Lyon, Berlin, Münih, Roma’daki gibi, uluslararası standartlarda, ülkelerin yasaları ve imkânlarıyla, neden dünyanın en iyi üniversitelerini kuramayalım? Oradaki üniversiteler elbette ki buradaki  kafa ile olamaz, onun için o ülkelerdeki en iyi bilim adamlarının katkı, destek ve öncülükleriyle gerçekleşebilirdi. Bu konu gönüllü kuruluşların gündeminde olmalıdır.

Bu konuda bilim tutkunu hümanist insanların bir araya gelmesi gerekiyor. Bu ülkenin gücünün bunu gerçekleştirebileceğine ben inanıyorum. Para eğitime yarar. Bizim insanımız isterse karanlığı yıkabilir yeter ki güvensin. Bu proje de gelecekte kesinlikle gerçekleşecektir. Fuzuli diyor ki “Söylesem faydası yok, sussam gönül razı değil” ben de diyorum ki “Yazsam okuyan yok, yazmasam anlayan yok”.

            Bu toplumda “gönüllü kuruluş” kültürü oluşmamıştır. Bu nedenle gönül birliği olan insanlar bir araya gelirse zaman içinde bu kültür gelişebilir. Bu toplumda kişisel çıkarlara bağlı ilişkiler süratle gerçekleştirilebilmektedir. Bu toplumda muhafazakâr kesim gönüllü kuruluşlarda daha başarılı çünkü onlar cennetin anahtarının peşinde. Bilimden yana tavırlı olması gerekenler ise olup bitenin farkında değiller, yani cahiller ve kişisel çıkarlarının peşindedirler. Bir toplumda herkesin fedakârlıkta bulunacağını düşünmek ve böyle bir beklentide bulunmak yanlıştır. Ama bu özveriyi ortaya koyan insanlara karşı tavır koyup biz yapmıyoruz siz de yapmayın demek etik değil. Ben ülkenin çağdaş çizgide olan insan gücünün bu ülkeyi ayakta tutan ve ülkenin saygınlığını devam ettiren kaynak olduğuna inanıyorum. Bu kesimin isterse dünyada ses getirecek Türk evrimini yaratabileceğine inanıyorum. Evet, artık bizden öğrenin diyebilirler. Onların maddi olanaklarını da ortaya koyabileceklerine inanıyorum. Hala başkası yapsın bizde geçiniriz anlayışı yanlış ve tehlikelidir.

            Bu ülkede doğa için, insanlık için, bilim için gereken her türlü maddi-manevi desteği vermiş iş adamlarımız, varlıklı ailelerimiz vardır. Bunlar halkın da desteğini alarak ülkemizde ve yurtdışında üniversite açmak için vakıf, kooperatif, şirket gibi kurumları yaşama geçirebilirler. Farkındalık önemlidir, mevcut yapı gerekli aydınlanmayı sağlayamamaktadır. Bu ülkede hakkı, hukuku yenen insanımıza hizmet için kendini feda eden hekimlerimiz ve bilim adamlarımız isterlerse bu ülkede her şeyi gerçekleştirebilirler. Özellikle bilime tutkulu iş adamlarımızın bilimden yana tavır koymaları tüm sorunların aşılmasına öncülük edebilir.

Ne felaket yaşıyorsak arkasında da, önünde de, altında da, üstünde de kapkara cehalet var. Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gidemedik, nedense hep yarı yolda kaldık.    A Özden

 

 

İlim kültür deryasına dalalım

Çevremize bakıp ibret alalım

Kendi yaramıza derman bulalım

Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız

 

Vatan bizim, ülke bizim, el bizim

Emin ol her çalışan kol bizim

Ay yıldızlı bayrak bizim

Söyle Veysel öğünerek överek ,     

                                   Aşık Veysel

07 12 12 

 

 “Tüm felaketlerin sorumlusu cehalettir, asla kader değildir. Toplumlar kaderlerini kendileri belirler. Akademik cehalet felaketlerin kaynağı olmuştur. Cehaletin yarattığı akıl durgunluğu sendromu ivedilikle tedavi edilmelidir. Bu kronik bir hastalıktır. Aynı peptik ülser hastalığı gibi tedavi edilmelidir.” A Özden

Not: Bu yazının tamamı TGV “Güncel Gastroenteroloji Dergisi”nden okunabilir.

07 12 05

Prof.Dr. Ali Özden’in özellikle başta Azerbaycan olmak üzere bağımsız Türk cumhuriyetlerindeki konuşmalarında Türk dünyasına ve o dünyanın akademisyenlerine ve gençlerine verdiği mesaj… Özellikle Türkçe konusuna çok önem verirdi…

 

  07 12 09

Prof.Dr. Ali ÖZDEN;  Bu diyarın son devrimcisi…  1942 - 30 Ağustos 2020

 

            Bazı insanlar farklıdır, özeldir. Bu hemen kendini belli eder. 1986-2020 yaklaşık 35 yıllık Gastroenteroloji-Hepatoloji kariyerimde tanıdığım, gerçekten en “nevi şahsına münhasır” karakter idi Ali hoca. Doğru söyler, doğru olduğuna inandığını söyler, çekinmeden söyler, kim ne diyecek diye takmadan söyler, arada bir de “anlatabildim mi”  der… Sevgili Hakan Bozkaya’nın bu anlatabildim mi ile ilgili felsefi yorumunu izni ile burada kullanmak istiyorum. Hakan hoca çok özgün bir bakışla şöyle yazmış; 

 “ANLATABİLDİM Mİ? O’nun, “daimon”ının sesi böyle çıkıyordu: “anlatabildim mi?” Bir soru değil, bir çağrı, işaret eden bir çağrı. İşaret edilen ve değişen şeyler “gösterilen” iken, çağrı “gösteren”e aittir. O, “gösteren” , Lacan’ın iktidarıdır! Bir sorudur ama gizli emir kipine sahiptir. Anlatabildim mi? derken anlamam gerektiğini ve bunda ısrarlı olduğunu belirtir ve benim üzerimde bir egemenlik kurar. “Anlatabildim mi?”. Bu, öyle tebessüm ederek hatırlanacak bir laf, geçmişin hoş bir sedası değil, büyük hoca’nın cin’inin sesidir. Unutulmayacaksın Ali Özden hocam”.  Prof.Dr.Hakan Bozkaya

*Daimon: Mitolojik olarak insanla tanrı arası bir varlığın adıdır.
*Lacan: Freud’cu olan,  sonradan kendi özgün düşüncelerini öne çıkaran Fransız psikiyatrist.

 

07 12 10

Prof.Dr. Ali Özden’in önderliğinde Türk Gastroenteroloji Vakfının 2010 yılında
Nahcivan’da düzenlediği Gastroenteroloji toplantımıza katılanlardan bir grup.

            Prof. Dr. Ali Özden 30 Ağustos 2020 günü hayata gözlerini yumdu. Zafer bayramında uçmağa vardı. Nurlar içinde yatsın. Ali hocanın maalesef uzun süredir beklemekte olduğumuz ölüm haberini alınca geçmiş yılları düşündüm. Hem Türkiye’deki özellikle son 15 yıllık çalkantılı dönem, Gastroenteroloji camiasını da etkileyen olumsuz (son yıllarda normalleşen) gelişmeler, hem de öte yandan bağımsız Türk devletleri ile olan ilişkilerdeki düşe kalka ilerlemeler ki bu iki ayrı konu Ali Özden hoca olmadan konuşulamaz, tartışılamaz ve tam olarak anlaşılamaz ve aynı zamanda bizim (kişisel olarak benim) ortak değerlerde buluştuğumuz ana meselelerdi.

 07 12 07  07 12 06 
 07 12 08

 

            Kastettiğim ortak değerler dürüstlük, çalışkanlık, üretkenlik, demokrasi, adalet-hukuk ve laiklik inancımız, ehliyet ve liyakata önem veren bir üniversite yapısı ve ülke yönetimi gibi her namuslu aydının yanında durması, savunması gereken olmazsa olmaz temel ilkeler ve kavramlardı. Aramızda fikir ayrılıkları vardı, hatta çoğu kez tatlı sert tartışmalarımız da olmuştu… Hatırlatmak isterim ki bu tartışma ortamını yaratan ve olmasını sağlayan, izin veren Ali hocanın (unutmayın o bir “daimon” demiştik) gençlere verdiği önem ve tartışılmaz demokrat kişiliği idi.

            Ali hocanın büyük emekleri ile hazırlanan ve altın değerinde bir belgesel kitap olan Türkiye’de Gastroenteroloji disiplininin gelişmesi ile ilgili TGV yayınını hocama imzalattığımda şunları yazmıştı; “Son devrimciden değerli kardeşim Yılmaz Çakaloğlu’na sevgilerle”… Bunu ben istemiştim. Buradaki son devrimci benim gözümde son efe, son komitacı, son demokrat, sonsuz ulusalcı ve yurtsever gibi daha birçok sıfatı kapsayan bir söz idi. Görünürde ve ön görülebilen gelecekte böyle birisi yok… Muhtemelen olmayacak da!... Bunları düşünürken aşağıdaki satırları yazdım bir taraftan, Ali Özden hocamıza ithafen…

BİR DELİ RÜZGAR   (Prof.Dr. Ali Özden anısına)

Bir deli rüzgar, 
Dinmeyen sağnak, 
Yakan güneş
Serinleten yağmur,
Ekini gür olur
Verimli toprak.

 

Dipdiri, inanç dolu
İnatçı hem de nasıl…
Hedefe doğru adım adım
Usul usul yorulmadan
Bıkmadan, usanmadan. 

 

İnanmak, hayal etmek ve
Yürümek yolunda ışık olup
Aydınlatmak gençleri 
Yana yakıla eğilmeden
Anlatmak gerçeği
Bilimin ışığında herşeyi. 

 

Her konuda zor adamdı
Hatta ölümü beklerken bile,
Hemen teslim olmadı
Kendisi karar verdi gününe,

07 12 13 

Ya 30 Ağustos dedi, ya da 29 Ekim.
Belli ki artık dayanamadı yüreği
Görmek istemedi yeter dedi
Daha fazla ihaneti. 

 

Daha dün seni andık hocam
Seher vakti Kocatepe’de idik
Hep beraber tek bir yürek,
Andık büyük Atatürk’ü 
Ve kahraman ordumuzu 
Tarihe bakıp övünerek. 

 

Güle güle Ali hocam
Selamlar olsun, uğurlar olsun
Unutmayacağız seni
Ve bıraktığın inancı,
Zaptedilemez iradeyi,
En hakiki mürşidin ilim ve
Bize gerekenin yılmadan
Azimle çalışmak olduğunu…

---------------------------------------

Ruhun şad olsun, büyük adam.
Altaylardan gelen yiğit,
Bu diyarın son devrimcisi…

Prof. Dr. Yılmaz Çakaloğlu, 30 Ağustos 2020

 

07 12 11

  

tkcv logo 

 

TÜRK KARACİĞER VAKFI

Karaciğer Hastalıkları Konusunda Danışmanlık
Bilgilendirme ve Yönlendirme Merkezi

*Haftanın belirli günlerinde uzman hekimler tarafından randevu ile
görüşme, danışma ve bilgilendirme hizmetleri verilmektedir.

Tel: +90 212 231 9540, GSM: +90 533 133 8623
e-posta: Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.,
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

VAKFIMIZA BAĞIŞLARINIZ İÇİN;
Ziraat Bankası Şişli Şubesi (TL): 333726-51-5002
IBAN NO: TR82 0001 0004 8433 3726 5150 02

*Pandemi sürecinde hizmetlerimiz yüzyüze görüşme ile değil, e-posta,
“WhatsApp” veya telefonla görüşme şeklinde sürdürülmektedir.

PDF formatında oku

Alkolün gözlerimize etkileri

PDF formatında oku

ALKOLÜN GÖZLERİMİZE ETKİLERİ 07 11 01

Prof.Dr. Tuğrul Altan
Göz Hastalıkları Uzmanı

 

Bazı kaynaklarda alkolün az miktarlarda tüketiminin sağlık ile ilgili bazı faydalar sağlayabildiği iddia edilse de, alkol tüketiminin vücuda olumsuz etkilerinin çok fazla olduğuna şüphe yoktur. Alkol vücut için toksik bir maddedir ve kullanımının güvenli olduğu bir seviye yoktur. Alkol kullanımı ABD’de erken yaşta ölümlerin, sigara kullanımı ve obeziteden sonra üçüncü en sık nedenidir. Kalp damar hastalıkları, felç riskini ve diabet gelişimi riskini artırdığı bilinmektedir. İster az ister çok miktarda olsun alkol kullanımının vücuda kısa ve uzun vadede ödettiği bir bedel vardır. Bu bedel göze kadar uzanabilir. Göze etkisi doğrudan veya diyabet ve hipertansiyon gelişimi aracılığıyla dolaylı olabilir.  Kısa süreli kullanımla birlikte ortaya çıkan etkiler geri dönüşümlü olmakla birlikte uzun süreli etkiler daha ciddi ve geri dönüşümsüz olabilmektedir. Dolaylı etkileri olan damarsal sorunlar gözde damar tıkanıklıkları, anormal yeni damar oluşumları, kanamalar, görme merkezinde sızıntılarla kendini gösterebilir. Bunlar başka daha geniş bir tartışmanın konusu olduğundan burada daha çok alkolün doğrudan etkilerinden bahsedeceğiz.

07 11 02Kısa Vadeli Etkiler

Yavaş gözbebeği reaksiyonları

Alkol tüketimi sinir sisteminde nörotransmitter (sinir hücreleri arasındaki iletişimi sağlayan maddeler) salınımını baskılayarak iletim hızını yavaşlatır. Bu nedenle göz bebeğinin ışığa cevabı yavaşlar. Örneğin karanlıkta göze gelen araba ışığı daha fazla parlamaya ve bulanık görmeye neden olur. Ayrıca beynin göz kasları üzerindeki koordinasyonu da bozularak çift görmeye neden olabilir.

 Azalmış Kontrast Duyarlılığı

Nesneler arasındaki ışık şiddeti farkını algılamaya dayalı olan yetiye kontrast duyarlılığı denir. Alkol kullanımı kontrast duyarlılığı azaltarak düşük kontrastlı nesnelerin farkedilmesini güçleştirir.

 Göz Kapağı Seyirmesi

Aşırı alkol alımından sonra, birçok kişide göz kapağı seğirmesi (myokymia) ortaya çıkmaktadır.

Azalmış Periferik Görme

Alkol çevresel görmeyi merkezi görmeden daha fazla baskılar. Bu da aynı glokom hastalığında olduğu gibi kişinin gördüğü alanı daraltarak sanki bir borudan bakıyormuş gibi dar bir alanın görülmesine neden olur. Buna tünel görme denir.  Aşırı alkol tüketimiyle görülebilir.

Artan Göz Kuruluğu

Alkol böbreklerde suyu tutan hormonları baskılayarak vücuttan fazla su atılmasına neden olur. Bu da gözleri kurutur, kızartır. Kanlanmış göz görünümü kurulukla birlikte alkolün damar genişletici etkisine de bağlıdır. Gözlerde gerginlik hissi ve ışık duyarlılığı olur. Genellikle ertesi güne kadar sürer. Aynı zamanda boğaz kuruluğuna da neden olur. Kuru göz şikâyetleri olan kişilerde bu etki daha belirgindir.  Alkol alan kişiler onun su kaybı etkilerini azaltmak için daha fazla su içmelidirler.

Uzun Vadeli Etkileri

Artmış katarakt oluşumu

Günde bir duble rakıya eşdeğer alkol tüketimi olan kişilerde katarakt oluşumu riski alkol kullanmayanlara göre 1.3 kat daha yüksek bulunmuştur.

07 11 03Optik Nöropati

Çalışmalar uzun süreli alkolizmden etkilenen insanlarda nöropati veya sinir hasarının çeşitli tiplerinin gelişme riskini arttığını göstermiştir. Bunlardan en önemlisi optik nöropati denilen göz siniri hasarıdır. Bu durum görme kaybına neden olabilir çevresel görme ve renk görmede azalmaya neden olabilir. Geçmişte bu durum tütün-alkol ambliyopisi olarak adlandırılmaktaydı. Bunun alkolün direkt etkisinden daha çok B12 ve B9 vitamini eksikliğine neden olması sayesinde geliştiği düşünülmektedir.

Blefarit

Alkol hem suda hem de yağda çözünen bir maddedir. Bu nedenle yağ bezlerinin fonksiyonlarını da olumsuz yönde etkilerler. Gözkapaklarında bulunan ve göz yüzeyine yağ salgılayan bezlerin fonksiyonunu bozarlar. Kapak kenarlarında kızarmalara, gözde yanma ve batmalara neden olabilir.

Sarı Nokta Hastalığı

Sarı nokta hastalığı 50 yaşın üzerindeki bireylerde görülebilen, hem çevresel faktörlerle hem de genetik yapıyla ilişkili merkezi keskin görmenin bozulmasıyla seyreden bir hastalıktır. Düzenli günde 20-30 (1-1.5 duble rakı, 1 şişe bira) gram alkol kullanımının yaşa bağlı sarı nokta hastalığı gelişme ihtimalini %20 ila 40 oranında artırdığı bildirilmiştir. Bir çalışmanın sonuçlarına göre bira tüketimi şarap tüketimine göre bu konuda daha olumsuz etkilere sahiptir. Özellikle risk altındaki bireyler ve hâlihazırda sarı nokta hastalığı olanlar alkol kullanımına karşı ciddi bir şekilde uyarılmalıdırlar.

 Vitamin Eksikliği

Ağır alkol kullanımı sağlıklı görmenin korunması için gerekli olan vitaminlerin mide ve barsaklardan emilimini ve karaciğerdeki metabolizmasını etkileyebilir. Daha spesifik olarak, uzun süreli alkol kullanımı göz kaslarının zayıflığı veya felci ile sonuçlanan B-1 vitamini (Tiamin) eksikliğine neden olabilir. Ayrıca, aşırı alkol tüketimi nedeniyle oluşabilecek A vitamini eksikliği gözde kurumaya, korneada incelmeye, delinmeye neden olabilir. Bu kişilerde kalıtsal tavuk karası hastalığına benzer şekilde gece körlüğü oluşabilir. Bu durumlar tedavi edilmezse körlüğe kadar ilerleyebilir.

 Anne Karnında Alkole Maruz Kalma

Hamilelik sırasında alkol tüketimi fetal alkol sendromu denilen bir duruma yol açabilir. Bu zekâ geriliği oluşturan ciddi bir durumdur. Bütün sinir sisteminin gelişimindeki orunlarla birlikte göz siniri ve diğer göz dokularının gelişimi de bozulur. Gözkapakları düşüktür, gözler birbirinden uzaktır. Birlikte şaşılık görülebilir. Bütün bu durumlar çocukta ciddi görme azlığına neden olabilir. Gebelikte oluşabilecek ciddi sonuçlar nedeniyle gebelik sırasında mutlaka alkolden kaçınılmalıdır.

Öneriler07 11 04

Ara sıra içki içmek rahatlatıcı olabilir, sosyal ortamlarda etkileşimi kolaylaştırabilir fakat her durumda aşırı alkol tüketiminden kaçınılmalıdır.  Bulanık görme, göz kapağı seğirmesi, artan kuruluk, kontrast duyarlılığı ve periferik görme azalması gibi etkiler genellikle kısa ömürlüdür ve kandaki alkol düzeyleri azaldığında gözleriniz genellikle normale döner.  Karaciğer saatte bir alkollü içkiyi metabolize ederek etkisiz hale getirebilir. Bu nedenle saatte birden fazla alkollü içki içilmemelidir. Alkol aç karnına asla içilmemeli, birlikte bol miktarda su tüketilmelidir.  Kronik alkol kullanımı ise daha ciddi bir sorundur. Etkileri vücutta artarak birikir ve hem bedensel hem de psikolojik sağlık açısından ciddi bir tehdit oluşturur. Aynı zamanda kişinin sosyal ve iş yaşamı üzerinde de çok olumsuz etkileri vardır. Özellikle gençlerin bu konuda bilgilendirilmesi, sporla, kültürel ve sanatsal aktivitelerle sosyalleşebilmelerinin sağlanması, kendilerini özgürce ifade etmelerine olanak verilmesi, alkole özendirmenin önüne geçilmesi uzun vadede sorunun çözümüne katkı sağlayacaktır.

PDF formatında oku

Yenidoğana HBV Aşısı Reddi ve Hukuk

PDF formatında oku

  

Doğacak Bebeğe Hepatit-B Aşısı Yapılmasını Reddeden Ebeveynin Talebi ve Bu Konuda Uzman Görüşü: Tıbbi-Hukuki Durum

07 09 01 

Dr. Öğr. Üyesi Emre ERTAN
Marmara Ü, İktisat Fak, İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku Anabilim Dalı
Türk Karaciğer Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi

Prof. Dr. Yılmaz ÇAKALOĞLU
Memorial Şişli Hastanesi, Gastroenteroloji Uzmanı
Türk Karaciğer Vakfı Yönetim Kurulu Başkan

 

İncelemeye konu …. Devlet Hastanesi’ne sunulan dilekçede; hepatit B aşısının içeriğinde zararlı etkileri bilinen maddeler bulunduğunu öne sürdükten sonra Anayasa’nın 17. maddesine, Hasta Hakları Yönetmeliği’nin 24. ve 25. Maddeleriyle, Anayasa Mahkemesi’nin 29.06.2016 tarih ve 2014/4077 bireysel başvuru kararına atıf yapan anne ve baba doğacak çocuklarına Hepatit-B aşısı yapılmamasını talep etmiştir. Ailenin aşı karşıtı talebine dayanak oluşturan Anayasa’nın 17. Maddesi; “…Tıbbi zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dışında, kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamaz; rızası olmadan bilimsel ve tıbbi deneylere tabi tutulamaz…” düzenlemesini içermektedir. Yine gönderme yaptıkları Hasta Hakları Yönetmeliği’nin 24. maddesi “…Tıbbi müdahalelerde hastanın rızası gerekir. Hasta küçük veya mahcur ise velisinden veya vasisinden izin alınır…” hükmünü içermekte; aynı Yönetmeliğin 25. maddesinde ise “…Kanunen zorunlu olan haller dışında ve doğabilecek olumsuz sonuçların sorumluluğu hastaya ait olmak üzere; hasta kendisine uygulanması planlanan veya uygulanmakta olan tedaviyi reddetmek veya durdurulmasını istemek hakkına sahiptir…” hükmü yer almaktadır.

Dilekçede geçen Anayasa Mahkemesi bireysel başvuru kararında, yeni doğana zorunlu aşı uygulamasının Anayasa’ya aykırı olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Bu bağlamda ilgili kararın gerekçesinden alıntı yapmak yararlı olacaktır:

“…i. Zorunlu Aşı Uygulamasına İlişkin İddia

71. Somut başvuru açısından ebeveyni tarafından çocukluk dönemi aşılarının uygulanmasına muvafakat edilmeyen başvurucu hakkında çocukluk dönemi aşılarının yapılması hususunda zorunlu sağlık tedbiri uygulanmasının, başvurucunun maddi ve manevi varlığının korunması ve geliştirilmesi hakkına müdahale oluşturduğu açıktır.

72. Söz konusu müdahalenin meşru olduğunun kabul edilebilmesi için müdahalenin yukarıda yer verilen güvence ölçütlerine riayetle gerçekleştirilmiş olması zaruridir.

73. Zorunlu aşı uygulamalarının sözleşmenin 8. maddesi kapsamında AİHM içtihadına da konu edildiği ve mahkemece uygulanan tıbbi müdahalenin boyutuna bakılmaksızın söz konusu müdahalenin fiziksel bütünlük hakkına bir müdahale teşkil ettiği tespitine yer verildiği görülmektedir. Mahkemece ele alınan ve kanunilik şartını sağladığı tespit edilen müdahaleler açısından genel olarak söz konusu uygulamanın bireyin ve toplumun sağlığını korumaya ilişkin meşru amaç dikkate alınarak yapılan dengelemede, bireyin vücut bütünlüğünün korunmasına ilişkin menfaat karşısında kamu sağlığının korunması şeklindeki menfaate üstünlük tanındığı ve söz konusu müdahalelerin özel hayata saygı hakkını ihlal etmediğine hükmedildiği görülmektedir (Boffa ve diğerleri/San Marino, (k.k.), B. No: 26536/95, 15/1/1998, § 4; Solomakhin/Ukrayna, §§ 33-38).

74. Başvuruya konu idari ve yargısal süreçte başvurucuya aşı uygulaması yapılması hususundaki talep ve kararların 5395 sayılı Kanun’un 5. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (d) bendi temelinde oluşturulduğu görülmektedir. Söz konusu düzenlemede, çocuğun fiziksel ve ruhsal sağlığının korunması ve tedavisi için gerekli geçici veya sürekli tıbbi bakım ve rehabilitasyonuna, bağımlılık yapan maddeleri kullananların tedavilerinin yapılmasına yönelik olarak sağlık tedbiri uygulanabileceği belirtilmektedir. Somut başvuru açısından da başvurucuya çocukluk dönemi aşılarının uygulanmasının ebeveyn tarafından reddi üzerine ilgili İlk Derece Mahkemesi tarafından sağlık tedbiri uygulanmasına hükmedilerek kararın itiraz kanun yolundan geçerek kesinleştiği anlaşılmaktadır.

75. Esasen uygulanacak tıbbi müdahalenin türü ve kapsamı hakkında bir açıklamada bulunulmaksızın çocuğun fiziksel ve ruhsal sağlığının korunması ve tedavisi için gerekli geçici veya sürekli tıbbi bakım ve rehabilitasyonunu içerecek şekilde, genel olarak sağlık tedbirine hükmedileceğine işaret eden söz konusu düzenlemenin somut başvuruda olduğu gibi doğan her çocuğa belirli bir yaş periyoduna bağlı olarak ve ebeveynin rızası hilafına, ilgili idarece belirlenecek olan her türlü aşının tatbiki yetkisi verildiği şeklinde anlaşılması olanaklı değildir. Aksinin kabulü hâlinde uygulanacak tıbbi müdahalenin tür ve kapsamı belirsiz olacak şekilde rıza verilmeyen müdahale türlerinin gündeme gelmesi muhtemeldir.

76. Bu kapsamda somut başvuru açısından 5395 sayılı Kanun’un ilgili hükümlerinin başvuruya konu müdahalenin kanuni temelinin ihtiva etmesi gereken unsurlardan olan öngörülebilirlik niteliğini taşımadığı, Anayasa’nın 17. maddesi anlamında müdahalenin meşruiyet unsurlarından biri olan kanunilik şartını sağlamadığı anlaşılmaktadır (Halime Sare Aysal, § 69).

77. Zorunlu aşı uygulamasının kanuni temeli bağlamında Halk Sağlığı Kurumu tarafından gönderilen yazı içeriğinde belirtilen 1593 sayılı Kanun’un 57. ve 72. maddeleri ile Sağlık Bakanlığının 25/2/2008 tarihli ve 2008/4 sayılı Genelge'sinin ayrıca değerlendirilmesi gerekmektedir.

78. 1593 sayılı Kanun’un 57. maddesinde belirli hastalık türleri sayılmış, 72. maddede ise 57. maddede zikredilen hastalıklardan birinin ortaya çıkması veya ortaya çıkmasından şüphe edilmesi durumunda bir kısım tedbire başvurulacağı belirtilmiş ve söz konusu tedbirler arasında hastalara veya hastalığa maruz bulunanlara serum veya aşı uygulanması şeklindeki tedbire de yer verilmiştir. İlgili Genelge'de ise genel bağışıklama programına ilişkin ilke ve usuller belirlenerek bebeklik dönemini de kapsayacak şekilde belirli yaş grupları için çeşitli periyotlar dâhilinde bazı aşıların uygulanmasına ilişkin esas ve usuller düzenlenmiştir. Söz konusu Genelge kapsamında yer verilen aşı türlerine bakıldığında 1593 sayılı Kanun’un 57. maddesinde tahdidi olarak sayılan hastalıklar için tatbiki öngörülenlerle sınırlı bir düzenleme olmadığı anlaşılmakta; başvurucuya tatbiki öngörülen aşıların da 1593 sayılı Kanun’un 57. maddesinde tahdidi olarak sayılan hastalıkları tam olarak karşılamadığı, bu kapsamda 57. maddede zikredilen hastalıklardan birinin ortaya çıkması veya ortaya çıkmasından şüphe edilmesi durumunda hastalara veya hastalığa maruz bulunanlara serum veya aşı uygulanması hususunu düzenleyen 72. madde hükmünün de başvuruya konu uygulamanın kanuni dayanağı olarak kabul edilmesinin mümkün olmadığı anlaşılmaktadır.

79. Bunun yanı sıra 1593 sayılı Kanun’da münferiden çiçek aşısının mecburi bir aşı olarak öngörüldüğü ve söz konusu yükümlülüğün zaman ve kişi grupları dikkate alınarak Kanun’un 88-94. maddelerinde ayrıntılı olarak düzenlendiği görülmektedir. Bunun dışındaki aşı uygulamasının Bakanlığın ilgili Genelge'si kapsamında ve belirlenen program çerçevesinde yapıldığı görülmekle birlikte genel ve zorunlu aşı uygulamasına dayanak oluşturacak bir kanun hükmünün mevcut olmadığı anlaşılmaktadır.

80. Halk Sağlığı Kurumu tarafından gönderilen yazı içeriğinde belirtilen ve aşı uygulamasının kanuni dayanağı bağlamında yer verilerek halk sağlığının korunması ve geliştirilmesi, hastalık risklerinin azaltılması ve önlenmesi, sağlık için risk oluşturan faktörlerle mücadele edilmesi; bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan kronik hastalıklar ve belirli hastalık ve risk grupları ile ilgili izleme, inceleme, araştırma, bağışıklama ve kontrol çalışmaları yapılması görevini Halk Sağlığı Kurumuna verdiği belirtilen Sağlık Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin de Anayasa’nın ikinci kısmının ikinci bölümünde yer alan bir temel hakka yönelik sınırlandırma ve müdahale açısından dayanak olamayacağı açıktır.

81. Açıklanan nedenlerle zorunlu aşı uygulaması bağlamında başvurucunun Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir …[1]

82. Yukarıda yer verilen tespitler uyarınca başvuruya konu müdahalenin kanunilik şartını sağlamadığı anlaşıldığından söz konusu müdahale açısından diğer güvence ölçütlerine riayet edilip edilmediğinin ayrıca değerlendirilmesine gerek görülmemiştir.

  Görüldüğü üzere, Anayasa Mahkemesi, ilke olarak zorunlu aşı uygulamasına karşı çıkmamakta; çocuklara zorunlu aşı yapılmasını, salt konunun kanunla düzenlenmemesi nedeniyle Anayasa’ya aykırı bulmaktadır. Nitekim Anayasa Mahkemesi kararında da işaret edilen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarında, aşının kamu sağlığının korunması açısından gerekli olduğu durumlarda söz konusu uygulamanın özel hayata saygı hakkını ihlali sayılamayacağı sonucuna ulaşılmaktadır. Öte yandan doktrinde, zorunlu aşı uygulamasının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olmamakla birlikte; konunun ancak yasayla düzenlenebileceği ve Türkiye’de temel sorunun ortada bir yasal düzenlememe bulunmaması olduğu belirtilmektedir:

“….Sonuç olarak, AİHM kararlarına bakıldığında, zorunlu aşı uygulamasının Sözleşme’nin 8.maddesi kapsamında değerlendirildiği görülmektedir. Mahkeme, aşılanmayan çocukların eğitim ve öğrenim hakkının ihlal edilip edilmediğini değerlendirmemiştir. Mahkeme kararlarında zorunlu aşı, vücut bütünlüğüne bir müdahale olarak ifade edilmekle birlikte, açık bir kanuni düzenlemenin varlığı halinde, toplum sağlığının korunması meşru amacını taşıyan bu uygulamanın demokratik bir toplumda gerekli, ölçülü ve orantılı olduğu ve bu nedenle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi m.8/2’ye uygun olduğu sonucuna varılmaktadır…”…”…. Gerek Anayasa Mahkemesi kararlarında, gerekse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında, zorunlu aşı uygulamasının kanuni dayanağının bulunması gerektiği vurgulanmaktadır. Dolayısıyla Sağlık Bakanlığı tarafından zorunlu olarak yapılması düşünülen aşıların (Genişletilmiş Bağışıklama Programı kapsamında iki yaşına kadar olan çocuklara uygulanan aşılar gibi) hukuki bir dayanağının olması, diğer bir deyişle kanunda açıkça ve ayrıntılı olarak düzenlenmesi gerekir. Ayrıca, sadece zorunlu aşı uygulamasının değil, zorunlu aşının reddedilmesi durumunda uygulanacak olan idari yaptırımların da kanunda açık bir şekilde düzenlenmesi gerekir. Örneğin, Avrupa’da bazı ülkelerde aşıları yapılmayan çocuklar okula kabul edilmemektedir. Böyle bir yaptırım, doğrudan doğruya eğitim ve öğrenim hakkının kısıtlanmasına neden olacağından, bunun Anayasa’nın eğitim ve öğrenim hakkını düzenleyen 42’nci maddesine göre kanunla düzenlenmesi gerekir…”[2]

Toplum sağlığının korunması ve bu anlamda bireylerin yaşam ve sağlık haklarını ciddi şekilde tehdit eden hastalıkların yayılmasının önlenmesi, Anayasa’nın devlete yüklediği bir ödevdir. Gerçekten Anayasa’nın 56. maddesi; devlete herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak görevini vermiştir. Dolayısıyla insan sağlığını önemli ölçüde tehdit eden Hepatit B virüsünün eradike edilmesinin devletin görevleri arasında yer aldığında kuşku yoktur. Hepatit B virüsünün ortadan kaldırılmasının ve giderek virüsten kaynaklanan 
hastalıklarla ölümlerin önüne geçilmesinin temel yöntemi; yeni doğanlarla çocukların aşılanması yoluyla gelecekte Hepatit B virüsüne bağışık bir toplum yaratılmasıdır. Dilekçede ortaya atılan bilim dışı ve asılsız iddiaların aksine; Hepatit B virüsüne yönelik aşılar son derece güvenli olup, ciddi yan etkilerinin bulunmadığı kanıtlanmış bilimsel gerçeklerdendir. Şu halde, aralarında Hepatit B aşısının da yer aldığı yeni doğan ve çocuklara yönelik aşı uygulaması bir an önce yasal çerçeveye kavuşturulmalı, aşılama yasayla zorunlu kılınmalı ve çocuklarına aşılatmayı reddeden ebeveynlere yönelik ölçülü yaptırımlar yine yasayla getirilmelidir. Aksi takdirde, aşı karşıtı kişiler yasal boşluğu kullanmak suretiyle çocuklarının aşılanmasına izin vermeyecek ve sonuçta toplum sağlığı bu durumdan zarar görecektir.

[1] R.G. Tarih ve Sayı: 26/10/2016 – 29869,  https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2014/4077

[2] Mine KASAPOĞLU TURHAN, İdari Kolluk Yetkisi Bağlamında Zorunlu Aşı Uygulaması, Hacettepe Hukuk Fakültesi Dergisi, 9(1) 2019, s .1 – 40

 

07 09 02 

HEPATİT B AŞISI OLMASI GEREKENLER

  • Yenidoğan her bebek

  • İlköğretim çağında ve halen aşılanmamış olanlar

  • Riskli gruplardaki erişkinler

  • Sağlık çalışanları

  • Ailesinde hepatit B’li olanlar

  • Bağışıklık sistemini baskılayan ilaç kullanılan hastalıklar (hematoloji-onkoloji, organ nakli, diyaliz hastaları ve kronik iltihabi hastalıkları için kortizon ve benzeri ilaçları kullanacaklar)

PDF formatında oku

Hepatit B Pozitif Gıda İşyeri Çalışanı

PDF formatında oku

UZMAN GÖRÜŞÜ

Gıda satışı işyerinde çalışan HBsAg pozitif kişi için mediko-legal (tıbbi-hukuki) değerlendirme

 

HAZIRLAYAN                    : 

07 04 00

Dr. Öğr. Üyesi Emre ERTAN
Marmara Üniversitesi İktisat Fakültesi
İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku ABD
Türk Karaciğer Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi

Prof. Dr. Yılmaz ÇAKALOĞLU
Memorial Şişli Hastanesi
İç Hastalıkları ve Gastroenteroloji Uzmanı
Türk Karaciğer Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı

 KONU                                :  Uzman görüşüdür.

 

Türk Karaciğer Vakfına (TKCV) elektronik posta yoluyla başvuran SS, kronik hepatit B taşıyıcısı olduğunu,  Ege bölgesinde bir ilçenin mahallesinde ailesine ait büfede çalıştığını, büfede kapalı ürünlerle sigara, çerez ve ekmek satıldığını, ilçe tarımdan yetkililerin ……. 2020 tarihinde gelerek hakkında tutanak tuttuklarını, kan tahlili istediklerini, HBsAg testinin pozitif çıktığını, bunun üzerine cezai işlem uygulayacaklarını bildirdiklerini belirterek tıbbi ve hukuki uzman görüşü istemiştir.

DEĞERLENDİRME

1) Türkiye İnsan Hakları Kurumu ve Eşitlik Kanunu’nun 3. maddesinin 2. fıkrası; cinsiyet, ırk, renk, dil, din, inanç, mezhep, felsefi ve siyasi görüş, etnik köken, servet, doğum, medeni hâl, sağlık durumu, engellilik ve yaş temellerine dayalı ayrımcılığı yasaklamaktadır.  Aynı Kanun’un 6. maddesinin 1. fıkrasında işveren veya işveren tarafından yetkilendirilmiş kişinin; işverenin çalışanı veya bu amaçla başvuran kişi, uygulamalı iş deneyimi edinmek üzere bir işyerinde bulunan veya bu amaçla başvuran kişi ve herhangi bir sıfatla çalışmak ya da uygulamalı iş deneyimi edinmek üzere işyeri veya iş ile ilgili olarak bilgi edinmek isteyen kişi aleyhine, bilgilenme, başvuru, seçim kriterleri, işe alım şartları ile çalışma ve çalışmanın sona ermesi süreçleri dâhil olmak üzere, işle ilgili süreçlerin hiçbirinde ayrımcılık yapılamayacağı kurala bağlanmıştır.

2) İş Kanunu’nun 5. maddesinde; iş ilişkisinde dil, ırk, renk, cinsiyet, engellilik, siyasal düşünce, felsefî inanç, din ve mezhep ve benzeri sebeplere dayalı ayrım yapılamayacağı ifade edilmektedir.

3) Gıda Üretim ve Satış Yerleri Hakkında Yönetmeliğin 22. maddesinde; “…Yapılan sağlık kontrolünde portör olduğu tespit edilenler derhal tedaviye alınır. Tedavisi tamamlanıp sağlam raporu almayanlar kesinlikle çalıştırılamaz. Ateşli hastalığı, cilt hastalığı ya da ishalli bulunanlar derhal sağlık kuruluşuna tetkike gönderilir. Bütün bu işlerden işyeri sahibi/yöneticisi sorumludur…” şeklinde bir düzenleme yer almaktadır. Ne var ki yönetmelik, portör veya bulaşıcı hastalık kavramlarını tanımlamamıştır.

4) Bulaşıcı hastalıkla ilgili en geniş boyutlu hukuki düzenleme, 24.4.1930 tarihli ve 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıha Kanununda yer almaktadır.   Söz konusu Kanun, “memleket dahilinde sari ve salgın hastalıklarla mücadele” başlığını taşıyan ikinci faslında, bulaşıcı hastalıklarla mücadelede alınacak tedbirleri ele almaktadır. Kanunun 57. maddesinde, bildirimi zorunlu olan bulaşıcı hastalıklar sayılmaktadır. Bu maddeye göre,  “Kolera, veba (Bübon veya zatürree şekli), lekeli humma, kara humma (hummayi tiroidi) daimi surette basil çıkaran mikrop hamilleri dahi paratifoit humması veya her nevi gıda maddeleri tesemmümatı, çiçek, difteri (Kuşpalazı) - bütün tevkiatı dahi - sari beyin humması (İltihabı sahayai dimağii şevkii müstevli), uyku hastalığı (İltihabı dimağii sari), dizanteri (Basilli ve amipli), lohusa humması (Hummai nifası) ruam, kızıl, şarbon, felci tıfli (İltihabı nuhai kuddamii sincabii haddı tifli), kızamık, cüzam (Miskin), hummai racia ve malta humması hastalıklarından biri zuhur eder veya bunların birinden şüphe edilir veyahut bu hastalıklardan vefiyat vuku bulur veya mevtin bu hastalıklardan biri sebebiyle husule geldiğinden şüphe olunursa aşağıdaki maddelerde zikredilen kimseler vak’ayı haber vermeğe mecburdurlar. Kudurmuş veya kuduz şüpheli bir hayvan tarafından ısırılmaları, kuduza müptela hastaların veya kuduzdan ölenlerin ihbarı da mecburidir” .

5) İnsandan insana hepatit B virüsünün geçiş yolları şunlardır:

  • İnfekte kan ile temas etmek (her türlü kan ve kan ürünü kullanımı)
  • Her türlü cerrahi müdahale ve diş hekimliği uygulamaları
  • Tek kullanımlık tıbbi girişim malzemelerinin tekrar kullanımı
  • İnfekte vücut salgıları (sperma, vajinal sıvı, tükürük, gözyaşı vb) ile temas etmek (kanıtlanmamış)
  • İnfekte kişi ile korunmasız (kondomsuz) ve riskli (kanamaya sebep olacak tarzda anal ve/veya oral) yollarla ilişkide bulunmak
  • Damariçi uyuşturucu bağımlılarının enjektörü ortak kullanımı
  • Hepatit B virüslü birisinin diş fırçası, tırnak makası, tıraş bıçağı, tıraş makinesi gibi delici, kesici eşyalarını kullanmak

Bu bilgilerle anlaşılacağı gibi virüs havadan, sudan ve gıdalardan bulaşmaz. El sıkışmakla, sarılmakla ve yanaktan öpmekle ve delici, kesici olmayan eşyaları paylaşmakla hastalık bulaşmaz. Hepatit B virüsü pozitif kişilere yukarda belirtilen delici kesici şahsi eşyalarını başkaları ile ortak kullanmamaları ve herhangi bir sebeple vücutlarında meydana gelecek travma, kesik, yaralanma veya deri lezyonlarından dolayı bir kanama olduğunda derhal kanamanın durdurulması ve kanayan yerin mutlaka dış temasa imkan vermeyecek şekilde üzerinin tıbbi temizlik sonrası bandaj ile kapatılması tembih edilmelidir.

6) Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, hepatit B virusu işyerinde veya işyeri dışı normal yaşamda el sıkışma, sarılma, aynı havayı soluma, aynı kaptan yemek yeme gibi normal temas yollarıyla bulaşmamaktadır. Bu hastalıkların temel geçiş yolları, aynı HIV infeksiyonunda olduğu gibi kan yolu (tıbbi girişimler, kan ve kan ürünleri vb) ve riskli/korunmasız cinsel ilişkidir.  Bu bakımdan, aralarında gıda üretim ve satış yerlerinin de bulunduğu yerlerinde, bu virüsün bir işçiden başka bir işçiye veya müşteriye bulaşması normal koşullar altında imkânsızdır.

7) Özetle hepatit B virüsü taşıyıcıları, Gıda Üretim ve Satış Yerleri Hakkında Yönetmeliğin 22. maddesi anlamında bulaşıcı hastalık portörü sayılamaz. Zira gıda satış yerinde çalışan bir kişinin, virüsü doğrudan cilt teması ya da hava yoluyla veya gıda ürünleri üzerinden dolaylı biçimde diğer çalışanlara, müşterilere ve üçüncü kişilere bulaştırması olanak dışıdır.

SONUÇ VE KANAAT

Yukarıda açıklanan nedenlerle;

HBsAg pozitifliğinin başvurucunun çalışmasına engel oluşturmadığı, salt kan/cinsel ilişki yoluyla geçen bu virüsün gıda ürünlerinin satıldığı işyeri ortamında başvurucudan başkasına -örneğin müşterilere ve diğer çalışanlara- doğrudan ve satışı yapılan gıdalar üzerinden geçmesinin normal koşullar altında olanaksız olduğu, başvurucunun gıda satılan işyerinde çalışmasının toplum sağlığı yönünden tehlike yaratmadığı, başvurucunun Gıda Üretim ve Satış Yerleri Hakkında Yönetmeliğin 22. maddesi anlamında bulaşıcı hastalık portörü sayılamayacağı, dolayısıyla işyeri hakkında cezai yaptırım uygulanmasının hukuka aykırı olacağı, yönündeki akademik (tıbbi ve hukuki) görüşlerimizi saygıyla arz ederiz.09.01.2020

   

Prof. Dr. Yılmaz ÇAKALOĞLU

                  Dr. Öğr. Üyesi Emre ERTAN

TKV Yönetim Kurulu Başkanı

                 TKV Yönetim Kurulu Üyesi

07 04 02

PDF formatında oku

28 Temmuz Dünya Hepatit Günü

PDF formatında oku

28 TEMMUZ DÜNYA HEPATİT GÜNÜ

07 032 01  07 032 02 

 

Viral Hepatitle Mücadelede İlk Adım Hepatit Testlerini Yaptırmak…

Herkesin, hayatında en az bir kez kan tahlili ile viral hepatit durumunu öğrenmesi ve ona göre tedbir alması mümkündür. Amaç hepatit B veya hepatit C’li hastalara erken tanı ve zamanında tedavi ile karaciğer sirozu ve/veya kanseri gelişmesini önlemek, hastalara normal bir yaşam sağlamaktır. Bu yıl, “28 Temmuz Dünya Hepatit Günü” ana teması “Toplumda viral hepatitler ve sonuçları açısından farkındalık ve duyarlılık oluşturmak, hepatit B ve hepatit C’nin kontrol altına alınması (eliminasyonu) amacıyla herkesin viral hepatit testlerini yaptırması ve hepatitli olanlara etkili ilaçlarla erken tedavi uygulanması ve gerekli korunmanın (aşı ve diğer tedbirler) sağlanmasıdır”.  

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) hedeflerine paralel ve eş zamanlı olarak T.C. Sağlık Bakanlığı “Viral Hepatitlerden Korunma ve Tedavi” konusunda 2018-2023 yıllarını içeren 5 yıllık bir program başlatmıştır. Hedef 2030 yılı itibarı ile; (i) Toplumdaki hepatit B veya hepatit C’li hastaların %90’ına tanı koymak, (ii) Tanı konulan hastaların en az %80’ini tedavi etmek, (iii) Böylece hepatit B ve C’ye bağlı ölümlerin %65’ ini önlemektir. Bu toplam 7 milyon insanın hayatta kalması demektir.

Milyonlarca Kişi Hastalığından Habersiz…

DSÖ verilerine göre dünyada 250 milyon hepatit B’li, 70 milyon kadar hepatit C’li hepatitli insan var.  Türkiye’de ise 2.5-3.0 milyon hepatit B’li, 500 bin hepatit C’li hasta söz konusudur.  Hepatit B ve hepatit C’li kişilerin ancak %20’sine tanı konulmaktadır. Dünyada on milyonlarca, Türkiye’de ise yüz binlerce viral hepatitli, hastalığından habersizdir… Bu kişiler hem siroz ve kanser gibi ciddi hastalıklara maruz kalma riski altındadır, hem de başkaları için bulaş kaynağıdır.

Tedavi Alan Hasta Sayısı Çok az…

Diğer ciddi bir sorun ise tedavi edilen hasta sayısının azlığıdır. Örneğin ülkemizde her yıl yaklaşık 4-5 bin hepatit C, 15-20 bin hepatit B hastası ilaçla tedavi edilmektedir. Hedef bu sayıların en az 2-3 kat artmasıdır. Kronik viral hepatitlerin kontrol altına alındığı bir dünya ve Türkiye için toplumu bilgilendirmek, farkındalık oluşturup herkesin hepatit testlerini yapmasını sağlamak, böylece tanı konulan ve tedavi edilen hasta sayısını arttırmak şarttır.    

Viral Hepatitler Küresel Bir Halk Sağlığı Sorunudur…

 Dünyada her yıl 1.3 milyon insan hepatit B’ye (900.000 kişi) ve hepatit C’ye (400.00 kişi) bağlı karaciğer sirozu ve/veya karaciğer kanserinden kaybediliyor. Türkiye’de viral hepatitten yıllık ölüm sayısının 15-20 bin olduğu tahmin ediliyor. Eğer tanı konulan ve tedavi edilen hasta sayısında gerekli artış sağlanamazsa önümüzdeki yıllarda ölüm sayısının belirgin bir yükeslme olması beklenlenmektedir.    

Son Derece Etkili İlaçlarla Tedavi Mümkün;

Türk Karaciğer Vakfı (TKCV) Başkanı ve Memorial Şişli Hastanesi Gastroenteroloji ve Hepatoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Çakaloğlu 28 Temmuz Dünya Hepatit günü ve DSÖ 2030 yılı hedefleri ile ilgili açıklamasında, “Hepatit B için hastalığın ilerlemesini önleyen, böylece siroz ve kanser gelişme riskini büyük oranda azaltan, uzun vadede karaciğeri normal hale getirebilen çok etkili ilaçlarla tedavi mümkündür” diyerek hastalarda siroz gelişmeden önce, görece erken dönemde tedaviye başlamanın önemli olduğunu vurgulamıştır. Hepatit B ile mücadelede üniversal (yaygın, toplumun tamamını kapsayan) aşılama en önemli araçtır. Yenidoğanlara ve ilköğretim çağındakilere uygulanan hepatit B aşıları ile Tayvan, İtalya, Yunanistan ve Türkiye’de hepatit B sıklığında %50 ve daha fazla azalma sağlanmıştır.  

Diğer taraftan Prof.Dr. Yılmaz Çakaloğlu “Son dekatta sağlanan çarpıcı gelişmeler sonucu; 8-24 hafta süre ile ağızdan alınan haplarla yapılan kronik C hepatiti tedavisi hastaların %95’inden çoğunda kalıcı viral cevap (kür, yani virusun yok olması) sağlanmaktadır. Bu olağanüstü başarılı sonuçlar hepatit C’li her bireyin tedavi edilmesi kararına yol açmış ve aşısı olmayan hepatit C’nin ilaç tedavisi ile kontrol altına alınmasının mümkün olabileceğini göstermiştir” dedi.

Kronik Viral Hepatit Sessizce İlerliyor

Viral hepatitlerden A ve E viruslarına bağlı olanlar, istisnalar dışında sadece akut hastalığa yol açarlar ve çoğu kez kendiliğinden iyileşirler. Hepatit B (ve sadece hepatit B’li hastalarda görülen hepatit D) ve hepatit C infeksiyonları değişik oranlarda kronikleşerek, kronik hepatit, siroz ve kanser gibi ciddi hastalıklara sebep olur. Üstelik bu kronikleşme daha çok ilk infeksiyonu sarılık olmaksızın, sessiz geçiren ve tanı konulamayan kişilerde görülür. Kronikleşen infeksiyon sonucu 10-40 yıl arası, sessiz, belirtisiz bir süreçte hastaların %25-30’unda siroz ve/veya kanser gibi ciddi sonuçlar ortaya çıkar. Bu bilgileri veren Prof. Çakaloğlu “Bu hastalara son döneme gelmeden tanı koymak ve erken tedavi hayati önemdedir. Bunun için en önemli 2 araç; 1) Herkesin hepatit testlerini yaptırması, 2) Karaciğer testleri az veya çok yüksek olanlarda mutlaka viral hepatitlerin araştırılmasıdır” vurgusunda bulundu.

Viral hepatitlerin (A, B, C, D ve E hepatiti viruslarına bağlı) tanı testleri ülkemizin her köşesindeki hastaneler ve laboratuvarlarda başarı ile yapılmaktadır. “Lütfen herkes aile hekimi veya herhangi bir sebeple başvurduğu hekiminden özellikle hepatit B ve C testlerini yaptırmasını istesin. Bu birçok hastanın erken tanısını ve etkili tedavisini sağlayacaktır. Viral hepatit testleri negatif olanlarda gerekli ise (20 yaşına kadar herkes, erişkin yaşta risk grubunda olanlarda) hepatit B ve gerekli hallerde de hepatit A aşılaması yapılmalıdır”.

Yandaş Hastalıklar ve Viral Hepatitlerin Seyri

Hepatit C, obezite (şişmanlık), alkol, ilaca bağlı ve diğer sebeplerle olan ve hepatit B ve A testleri negatif bütün kronik karaciğer hastalarında hepatit B ve A aşısı yapılmalıdır. Çünkü birden fazla hepatit virüsü ile infekte  (hepatit B+D, B+C veya nadiren B+C+D gibi) olan veya viral olmayan ek karaciğer sorunu olan kronik hepatitli hastalarda karaciğer hasarı daha ciddidir, siroz ve kanser riski daha yüksektir.

İlaç dışı ek tedbirler, alternatif uygulamalar;

Karaciğer hastaları sağlıklı beslenmeli, alkol almamalı ve gereksiz bitkisel çözüm ve formüllerden uzak durmalıdır.                                            

  • İlerlememiş erken dönem (siroz öncesi) hastalarda kilo sorunu yoksa az tuzluya alışmak dışında özel bir diyet gerekmez.
  • Fazla kilolu ve obezlerde akdeniz diyeti ve düzenli egzersiz (yürüyüş, yüzme vb) ile kilo verilmesi en etkili tedavidir.
  • Diyabet hastası olanlarda kan şekerinin kontrol altına alınması, kolesterolü yüksek hastalarda çekinmeden karaciğer testlerini kontrol etmek şartıyla kolesterol düşürücü ilaçların (özellikle statinler) kullanılması önerilir.
  • Hiçbir sebze, meyve ve bitkinin özel bir yararı yoktur. Enginar ve deve dikeni içindeki “slymarin” maddesi karaciğere yararlı olabilir, hastalık iyileştirici etkisi yoktur.
  • Sebebi ne olursa olsun bütün kronik karaciğer hastalarında günde en az 2 kap, tercihan 3 kap filtre kahvenin (veya Türk kahvesi ve espresso) karaciğere iyi geldiği bilinmektedir.

Hepatit B’li Hastada Bağışıklık Sistemi Baskılanırsa;

Çok önemli bir konu ise bağışıklık sistemini baskılayan ilaçların kullanıldığı hasta gruplarında hepatit B hastalığının alevlenmesi ve ciddi karaciğer hasarına yol açma riskidir. Organ nakli alıcıları, kanser hastaları, lenfoma-lösemi ve diğer kan hastalıkları, kronik romatizmal hastalıklar ve kronik barsak hastalıkları gibi hallerde verilen ilaçlar (kortizon, rituksimab ve diğerleri) ve uygulamalar, geçirilmiş veya halen var olan-sessiz hepatit B hastalığının alevlenmesine ve katastrofik sonuçlara sebep olabilir. Bu hastalarda immunosüpresif ilaç tedavisi ve organ nakli öncesi hepatit B testleri ayrıntılı olarak yapılır ve gerekli hallerde hepatit B ilaçları ile uzun süreli koruyucu tedavi uygulanır.   

Hepatit B Tedavisinde “Kara Delikler”

Hepatit C’nin aksine hepatit B tedavisi çok daha uzun süreli, bazen ömür boyudur ve hastalığı ve mikrobu yok edici yani kür sağlayıcı değildir. İlaç tedavisi kesilince nüks ihtimali devam eder” açıklamasını yapan Prof. Çakaloğlu klinik pratikte rastladığı ve üzücü olumsuz sonuçları olan bazı konulara dikkat çekmek isteyerek, hepatit B hastasının takip ve tedavisindeki  “Kara Delikler” olarak tanımladığı bu halleri şöyle açıkladı;  

  1. İnaktif infeksiyonlu olanlar (“sağlıklı taşıyıcı!”) en az yılda bir olması gereken kontrolü aksatırlar veya bırakırlarsa,
  2. Özellikle sirozlu veya ciddi (siroz öncesi) kronik hepatitli hastalar başta olmak üzere, hepatit B tedavisi almakta olan hastalar, antiviral ilacı şu veya bu nedenle uzman doktor kararı olmadan keserlerse,
  3. Kronik hepatit B infeksiyonlu kişilerde 6-12 ayda bir ultrason ve AFP testi ile yapılan karaciğer kanseri takibi aksatılırsa;  bu hastalarda siroz ve/veya karaciğer kanser tablosu ortaya çıkabilir veya mevcut karaciğer hastalığının alevlenmesi ile karaciğer yetersizliği oluşabilir. Çoğu kez karaciğer nakli gereken bu hastaların bir kısmı her türlü çabaya rağmen kaybedilir. 
  4. İlaç tedavisi siroz ve kanser gelişmesi riskini çok azaltmakla beraber sıfırlamaz. Kanser tarama testlerini aksatmadan yaptırmak gerekir.

Bulaşma ve Sosyal Hayat

Hepatit B ve C başlıca kan yolu ile bulaşır. Su ve gıdalarla veya birlikte yaşanılan ve çalışılan ortamlarda ve eşyalarla bulaşma söz konusu değildir. Hepatit B veya C pozitif kişi sadece tıraş bıçağı, tırnak makası ve diş fırçası gibi vücuda nüfuz edici, kesici, delici eşyalarını başkaları ile paylaşmamalı ve vücudun herhangi bir yerinde bir kanama veya açık yara varsa onu temizleyerek flaster ile kapatmalıdır.

Normal kadın-erkek cinsel ilişkisinde düşük derecede bulaşma riski söz konusudur. Hepatit B’lilerin eşi veya arkadaşı HBV aşısı olmalıdır. Anti-HBs oluşana kadar (genellikle 3 ay) korunma gerekir. Hepatit C’lilerde ise ilaç tedavisi ile HCV RNA negatif olana kadar (ortalama 6 hafta) korunma önlemleri alınmalıdır.

“Hepatit B ve C’li kişiler, hastalar her türlü sosyal ve sportif aktivitelere katılabilir, hiç kimse için risk oluşturmazlar. Çalışma hayatında sorun oluşturmazlar.  Aksine tutumlar hem tıp bilimine, hem de hukuka ve insan haklarına aykırıdır. TKCV bu konuda danışmanlık hizmeti vermektedir.”

Hepatit B ve C için Riskli Gruplar  

  1. Damar içi uyuşturucu maddeler kullananlar; Ortak enjektör kullanımı en önemli bulaşma yolu.  Alkolizm, kokain/esrar kullanımı olanlarda risk artar.
  2. 1992/1995 öncesi kan/kan ürünleri verilen ve/veya cerrahi girişim geçiren hastalar
  3. Hasta kan ve vücut salgıları ile teması olan sağlık çalışanları
  4. Hemodiyaliz hastaları,
  5. Sık kan ve kan ürünleri alan hematoloji hastaları,
  6. İnfekte kişilerin aile üyeleri,
  7. Perinatal (anneden bebeğe doğumda) bulaşı
  8. Emniyetsiz ve çok eşli cinsel yaşam,
  9. Erkek homoseksüeller/seks işçileri,
  10. Dövme, “piercing”, vücutta yaralar açılması,
  11. Toplu yaşanılan yerlerde bulunmak (cezaevi, bakımevi, yurt gibi)…

 

Prof.Dr.Yılmaz Çakaloğlu, Türk Karaciğer Vakfı Başkanı,
www.tkcv.org , Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir. 

 

 

tkcv logo

Türk Karaciğer Vakfı

28-Temmuz 2020

Dünya Hepatit Günü Basın Duyurusu

www.tkcv.org

 

  • Dünyada 1.4 milyon, Türkiye’de yaklaşık 20 bin kişi her yıl hepatit B ve hepatit C’ye bağlı karaciğer sirozu ve kanserinden ölüyor.
  • Halbuki her iki infeksiyonun tanısı çok kolay ve tedavisi mümkün.
  • Hepatit B için koruyucu, etkili ve güvenilir aşılar var. Hepatit B hastaları için güçlü antiviral etkili ilaçlarla tedavi mevcut.
  • Hepatit C tedavisi tıp tarihinin en başarılı öykülerinden birisi. Ağızdan alınan ilaçlarla virusu yok eden kalıcı tedavi (kür) hemen her hastada mümkün.
  • Sosyal Güvenlik Kurumu doktor raporu ile bu ilaçları ücretsiz sağlamaktadır.
  • Hedef dünyada ve ülkemizde hepatit B ve hepatit C hastalarına hepsine tanı koymak ve gereken hastaların tamamını tedavi etmektir. Böylece siroz ve karaciğer kanseri gelişmesini önleyerek, normal yaşamlarını sağlamak…
  • Dünya Sağlık Örgütü ile birlikte ülkemizde T.C.Sağlık Bakanlığı ve başta Türk Karaciğer Vakfı (TKCV) ve Hep-Yaşam Derneği olmak üzere viral hepatitle ilgilenen STK’lar bu konuda başlatılan “Viral Hepatitlerin Eliminasyonu’ 2030” kampanyasına büyük destek vererek katıldılar.
  • Maalesef hala dünyada ve Türkiye’de viral hepatitli hastaların en az %80’i hastalığından habersiz. Bu hastalar uzun vadede siroz ve kanser olma riski altında ve aynı zamanda başkaları için bir bulaş kaynağı.
  • SONUÇ: Her türlü tedavi olanaklarına sahibiz, ülkemizin her köşesinde yapılabilen basit kan testleri ile hepatit B ve C tanısı konabilir. Buna rağmen tedavi alması gereken hastaların sadece %10’una ulaşabilmiş durumdayız.
  • 2019’da tedavi olması gereken hepatit C hastası en az 10.000 kişi iken, ulaşılan rakam bunun yarısıdır. Hepatit B’de durum daha vahimdir.
  • Herkes, öncelikle erişkinler mutlaka hepatit B ve C testlerini yaptırmalı, testi pozitif olanlar uzman hekime başvurmalı ve gerekiyorsa tedavi olmalıdır. Erken tanı ve tedavi siroz ve kanser gelişimini önler, yaşam kurtarır.

“HAYDİ TÜRKİYE, HERKES HEPATİT B ve HEPATİT C TESTLERİNİ YAPTIRSIN, TANI KONMAMIŞ ve TEDAVİ EDİLMEMİŞ HEPATİTLİ HASTA KALMASIN”…

Prof.Dr.Yılmaz Çakaloğlu, TKCV Başkanı
www.tkcv.org, Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

07 032 03
07 032 04  07 032 05 

PDF formatında oku

Free Joomla templates by Ltheme